24 Aralık 2013 · 7 dakika
Bizim Yolumuz Da Bir Gün FSM’ye Uğrar Mı Arkadaş?
Birçok kereler üzerine düşündüm intihar etmenin… Nasıl intihar edebileceğimi ve edemeyeceğimi planladım… Biliyorum ki ilaçla ölemem ben, bir yerden atlamalı ve kanat açmalıyım özgürlüğe…
Dün İsmail’in intihar haberini okuduğumda, önce ürperdim sonra da bu soru cümlesi döküldü dudaklarımdan:
Benim Yolum Da Bir Gün FSM’ye Uğrar Mı?
Neden olmasın ki? İsmail benden daha azına mı ya da daha fazlasına mı sahipti dertlerin? Bilgisayar Mühendisliği’nden mezun olmuş, bir dolu başarıya imza atmış bir Doktora öğrencisiydi 30 yaşında, benim gibi hala üniversite öğrencisi değildi…
Birçok kereler üzerine düşündüm intihar etmenin…
Nasıl intihar edebileceğimi ve edemeyeceğimi planladım…
Hatta bir kere denedim bile, ama yuttuğum ilaçlar önce kusturup sonra iki gün boyunca uyutmak dışında bir işe yaramadı. Anladım ki ilaçla ölemem ben, bir yerden atlamalı ve kanat açmalıydım özgürlüğe ‘Bir Martı Gibi…’ ya da asmalıydım kendimi ‘Zor geldi!’ diyerek…
İsmail’in intiharını bir haber sitesinden öğrendim ve Facebook’taki Boğaziçi Üniversitesi grubumda paylaştım, “İntihar edene Allah rahmet eylesin! denir mi ki?” düşünceleriyle. Neden denmesin ki? Hatta mekanı cennet olsun bile denebilir, bize dikte edilen ‘intiharın dönüşsüz bir günah olduğu’ öğretisine rağmen. Tanrı’nın can alıp verme hegomanyasını kırdılar diye cennetten kovulmasına da göz mü yummak lazım, sırf bu nedenle bile isyan etmeli belki insan. Ya da susmalı ve ‘kaderine razı olmalı’…
Haberi ben paylaştığım için, o gün içerisinde gördüğüm üç beş suratın bana ‘Nasılsın?‘dan önce sorduğu ilk soru ‘Neden intihar etmiş?’ oldu.
Neden intihar etmiş?
Ne önemi var ki neden intihar ettiğinin, bir insan pılını pırtısını bile toplamadan göçüp gitmeye karar verdikten sonra.
Geri dönüşü olmayan bir yolu seçmiş İsmail, cesurmuş…
Kendisine imrenmedim değil, kendini FSM’den bırakmadan önce bir soru sormalık bir şansım olsaydı sorardım, “Son adımı atmak için cesareti nasıl kazandın?” Cevap verirdi belki, ya da o da bana bir soru sorardı “Hayırdır?” Ben de derdim ki “Hayır mı, şer mi görürüm elbet, ama sen göremeyeceksin. Güle güle. Oradakilere benden selam söyle, belki yakında gelirim. Ya da gittiği yere kadar giderim…”
Gittiği yer neresiyse artık, işte tam da oraya kadar…
‘Gittiği Yer’ Neresi Ki?
2002’de Superdorm’un banyosuydu Boğaziçili Sinem için…
Bilgisayar kablosuyla boğdu kendini, Yönetim Bilişim Sistemleri Bölümü’nün birincisiydi ve 3,5 ortalaması vardı. İntiharı Hakan Peker’in sevgilisi olduğu için geniş yer buldu basında. Psikolojik sorunları vardı ve sınıfından arkadaşlarıyla daha kalabalık bir odaya geçmek istemişti ama üniversitemizin yönetimi izin vermemişti… O gittiğinde, benim Boğaziçi’ne gelmeme bir sene vardı.
2006’da Üsküdar’daki eviydi Boğaziçi Kimya Mühendisliği mezunu Utku için…
Kalorifer borularını intiharına alet etmişti fütursuzca, aylardır iş bulamadığı için bunalımdaydı. Boğaziçili bir mühendis olması bir işe yaramamıştı, maddi sorunları yoktu ama daha fazla işsiz kalmak istemedi. Bizim Bursa Fenli Utku gittiğinde, ben Hazırlık sınıfını atlamak için kafayı sıyırmak üzereydim…
2007’de Kadıköy’de bir otel odasıydı Boğaziçili Duygu için…
İktisat bölümü birinci sınıf öğrencisiydi, istekleri için bazı hatalara düştüğünü söylüyordu ve vazgeçiyordu yaşamaktan. O andan sonra tek korkusu kurtarılmaktı. Bir de ölümünden basının haberi olmasın istemişti, ama öldüğünü basından haber aldık. Ben o sıralar Boğaziçi öğrencisiydim, kağıt üzerinde iki, gerçekte birinci sınıftaydım.
2009’da FSM Köprüsü idi Boğaziçili 30’undaki Ali Hikmet için…
‘Midem bulanıyor.’ diyerek durdurdu taksiyi ve kendini boşluğa bırakıverdi. Kimse inanamadı intiharına, ben de inanamadım. Kendisi CHEM105 labıma girmişti, Kimya bölümü Lab Asistanı olarak. O sabahın gecesinde kız arkadaşıyla tartışmış. Ama bir tartışma için insan bırakır mı kendini boşluğa? Neden bırakamasın ki? O bıraktığında, ben kağıt üzerinde dördüncü sınıfta, gerçekte ise hala birinci sınıftaydım.
2010’da Beşiktaş’taki evinin beşinci kattaki balkonuydu 38’indeki Kerem için…
Kerem dediğime bakmayın, Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölümü’nde Yard.Doç.Dr. ünvanı ile hocaydı kendisi. Ölünce ünvanlar silinip gidiyor da, o nedenle Kerem dedim sadece. Hatta değil ünvanlar, isimler bile silinip gidiyor akıllardan yıllara bile varmadan aylar içinde. Psikolojik sorunları vardı Kerem Hoca’nın, üniversitem sağlık sorunları dedi geçti. O balkondan kendini attığında, ben kağıt üzerinde hala dördüncü sınıf, ama artık ikinci sınıftım.
2012’de Temel Bilimler’in merdiven boşluğuydu 30’undaki Serkan için…
Bugün yaldızlı panolarla süslenmiş merdiven boşluğu, Bilgisayar Mühendisliği mezunu ve öğretim görevlisi olarak da görev yapıp sonra istifa eden Serkan için son duraktı. Ailesi habere dönüşmesini özellikle istemedi, ama Yusuf Yuva onun sessiz sedasız çekilip gitmesine izin veremedi, anlatıverdi onu ‘Çünkü yuva yurttur…’ diyerek… Serkan gittiğinde, ben dördüncü sınıf halimi kağıda kazımakla meşguldüm ve gerçekte ise ikinci sınıf bitiyordu…
Bizim üniversitenin son durak laneti, personeline de dadandı. 2009’da 32 yaşındaki Teknisyen Ferdi, Yeni Derslik’in bodrum katının kalorifer borusunu kendine ‘gittiği yer’ seçti. Ferdi’nin bedenini öğrenciler buldu, çığlıklar yükseldi ben pencereden bakarken. Polis geldi, ambulans geldi ama Ferdi gelmedi. Anlaşılan sevmişti gittiği yeri…
Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır…
Belki de ben doğduktan iki yıl sonra, 1987’de hayatını sonlandıran Nilgün Marmara’nın ‘Kırmızı Kahverengi Defter’ adıyla yayınlanan günlüklerinde dediği gibi ‘hayatın neresinden dönülse kâr’dı.
Nilgün de Boğaziçili idi…
İngilizce Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdikten sonra, Sylvia Plath’ın bireyin yalnızlığına ve varoluş sorununa bakışı kendisini çok etkiledi. Şiirlerinde, düşle gerçek arasında gidip gelen kırılgan birinin sesi oldu. Küçük İskender ve Cezmi Ersöz gibi tanıdığımız şairleri, eserleriyle etkilemeyi başardı. O da 30 yaşında ‘yaşama karşı ölüm’ dedi ve ‘kısa hayatın kârı’nı yanına alıp çekti gitti.
Yaş 30, Ya Şimdi Ya Da…
Anlaşılan o ki, yaşımın 30 olmasına pek bir az kala bana da göz kırpıyor FSM… “Ya şimdi olacak…” diyor, “Ya da Cahit Sıtkı’nın 35 yaş şiirini de okuyup bir 35 yıl daha gideceksin…” deyip ekliyor “Köprüden önceki son çıkıştasın, ya şimdi ya da…?”
Kendimce başarılarım oldu, birçoklarına göre dolu dolu ve rengarenk bir hayat yaşadım. Ama sıkışıp kaldım şu Boğaziçi Üniversitesi’ne, artık kendime uzatmalı öğrenci demekten bile çekinir oldum onca zamandan sonra. Öyle ki eşşeği bile bağlasak bunca vakitte mezun olurdu. Desenize her bir şey olmuşum da bir eşşek kadar olamamışım.
Şimdinin gençleri, gelip bana diyor ki “Seni kendime örnek alıyorum, inanılmaz azimlisin. Ben olsam şimdiye çoktan vazgeçmiştim.”, onlara cevabım iç güveysinden hallice ama biraz da dertli “Teşekkür ederim, ancak Boğaziçi ile uzatmalı sevgili hallerimi sakın örnek alma. Diğer hallerim de şaibeli, ama sen bilirsin…”
18 yaşımda Boğaziçi Üniversitesi’ni kazandığım sıralarda bir kağıdın altına Prof. Dr. Oğuz Kaan Çağatay Kılınç diye yazmışım, gençlik işte hayallerim büyükmüş. Boğaziçi ile uzatmalı ilişkimizin nedenleri üzerine çokça şeyler yazılıp çizilebilir, ama ne karalarsak karalayalım geçip giden yıllarla, yıpranan sinirlerin telafisi mümkün değil.
Tanrı gelse ve “18 yaşına geri saracağım hayatını, bir güzellik yapalım abimize…” dese, tercih listemin en başına ODTÜ’nün Mühendislik bölümlerini sıralardım. Ezberden hiç haz etmeyen ben, Ankara Tıp’ı bile yazardım da Boğaziçi’ni yazmazdım. Kalırdım Ankara’da ailemin yanında, boydan boya rengarenk işlemenin hayalini kurduğum odamda keyif sürerdim her yıl oradan oraya taşınıp durmak zorunda kaldığım yurt köşeleri yerine.
İstanbul’a geldim ve ‘Sen mi büyüksün ben mi?’ dedim de, pek tabii ki İstanbul galip geldi. Oysa Ankara, sarıp sarmalardı beni. İstanbul kadar renkli değildi belki ama, yanar döner ışıkları altında da adamı boğuvermiyordu. Öyle ki, İstanbul’un sözde güneşli kışlarında bile daha çok üşüdüm, Ankara’nın eksilere varan buzlu gecelerinden…
Vasiyetim De Budur…
Kaç vakittir düşünüp duruyorum, ‘Bir ara vasiyetimi yazayım, sağda solda bir yerlerde ölüp gideceğiz sonra her şey arkada öylece kalacak.’ diye. Gerçi omuzlar üstünde terk-i diyar eyledikten sonra, geride kalanlar çok da umrumda olacak mı sanki? Ama belli mi olur, belki de şöyle bir dönüp bakma şansım olur ve arkada kalan varlıklarımın benim arzuladığımdan bambaşka hallerle tarumar edildiğini görürüm ve öldüğüme değil de vasiyet bırakmadığıma üzülürüm.
Bilgisayarım ve dijital tüm varlıklarım, benimle ilgili şeyleri bir güzel düzenleyip bir yerlerde tüm dünyaya açabilecek olan kişiye kalsın. Açıkçası bunu yapabilecek kişinin kim olduğunu bilmiyorum, aklıma bir iki kişi geliyor ama kendilerine de bir sormak lazım önce.
Sosyal hesaplarım ile eposta adresimi, kız kardeşim alsın. Önce benim artık bu dünyada olmadığımı paylaşsın beni bir şekilde tanımışlarla, sonra ister kapatsın isterse geçmişte yazdığım şeylerle ayakta tutmaya devam etsin hesapları.
Giysilerimden işe yarayanlar ihtiyacı olanlara, kitaplarım Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’ne, varsa üç beş kuruş birikmişim benim adıma fakir ama gururlu bir gence bağışlansın. Ben ölene kadar çok param birikmiş olursa, Boğaziçi Üniversitesi’nde ‘Biz Ayrılamayız!’ burs fonu oluşturulsun da uzatmalı ama ihtiyacı olan öğrencilere burs bağlansın not ortalaması gibi ıvır zıvırlara bakılmadan (Ölmeden önce de oluşturmayı planlıyorum bu fonu, tabii üniversitem başarı kıstaslı şanına layık görürse…).
Son olarak… Düşüncelerimi insanlığa, dertlerimi dertsizlere, yazıp çizdiklerimi sizlere bırakıyorum…
Bir de ben öldükten sonra, haberimi yapın intihar etmiş bile olsam. Ailem haber edilmesini falan istemezse, bu yazımı gösterin onlara da ‘Vasiyetiydi…’ deyin… Öyle sessiz sedasız çekip gitmek, bir kez daha öldürür beni herhalde… Sonra ‘Ulan bir işi beceremediniz…’ diye cesetimin tüm soğukluğu ve ürpertisi ile çökmeyeyim tepenize…
Ve olur da intihar edersem, ‘Sebebini öğreneceğiz.’ diye otopsi adı altında kesip biçmelerine izin vermeyin sakın ha… İntihar edersem, ölüm sebebime cesedime bakıp karar verebilecek bir Allah’ın kulu yok şu dar-ı dünyada. Düşmeye bağlı iç kanama, havasız kalmak suretiyle boğulma ya da ağır ilaç tüketimine bağlı zehirlenme olmayacak ölüm sebebim, ölmeye sebep çok ama bunlar değil kesinlikle…
Öyleyse;
Bunca laf yeter, bir yol verin göçelim,
Belamızı bulma yollarında, serden bile geçelim…
Gelecekten Bir Not:
Henüz ölmedim, intihar da etmedim. Kendimi öldürebilme yeteneğim artık benim bir süper gücüm. Bu süper gücümle ben, hayatımın sonuna kadar bir kahraman gibi yaşamaya karar verdim. Ama bir gün bu gücümü kullanmak istersem, önümde durabilecek pek az şey var, onu da biliyorum.
NoName
Salı, Ara 24, 2013